İstanbul sözleşmesine karşı olmayı, belli bir cinse şiddeti desteklemek olarak okumak, iyi niyetli bir okuma değil gibi geliyor bize.
Değil bir cinse; hayvana dahi uygulanan şiddetle kararlı bir şekilde mücadele etmek gerekir inancındayız.
Şiddeti uygulayanla, şiddete maruz kalanın cinsiyetinden ziyade, şiddetin kendisini gündem etmek icab eder diye düşünüyoruz.
Şiddette maruz kalanlar hep tek bir cins olmayıp; karşı cinslerin de şiddete maruz kaldığı bir hakikattir. Dolayısıyla meseleyi cinsiyetçi bir yaklaşımla ele almak da sorunu çözmüyor, belki de daha da derinleştiyor.
İthal sözleşmeler ile problemi çözmenin de mümkün olmayacağını, on yıllık bir tecrübe ile öğrenmiş olduk.
Gelinen noktada problemin çözümünü kendi içimizde aramak ve bulmak zorundayız. Bunu da ancak kendi ruh kökümüze uygun bir eğitim paradigması ile gerçekleştirebiliriz. Bu eğitim paradigması beşikten mezara kadar, beşerin şerefini koruyacak bir paradigmaya sahip olmalıdır. Beşerin şerefini koruyacak eğitim paradigması ise maneviyatçı bir eğitim anlayışıyla mümkün olabilir kanaatindeyiz.
Maneviyatçılıktan kastımız, beşerin bir yaratıcısının olduğu, başıboş bırakılmadığı, akıl ve irade ile donatıldığı, yaşarken uyması gereken kurallar olduğu, kurallara uyduğu oranda mutlu olacağı, huzur bulacağı, uymadığı oranda da mutsuz olacağı ve huzurunun kaçacağı; kurallara uymak ya da uymamanın yaşam sonrasında da bir karşılığının olacağı, kurallara uyanların büyük mükafatlar alacağı, uymayanların ise büyük cezalara maruz kalacağı bilinci ya da inancıdır.
Hani Aşık Reyhani baba “belki derdimize çare bir çiçek” diyor ya. İşte onun gibi bir şey.
Hülasa bu meselenin kaynağ bir cinsiyet olmayıp; eksik ya da yanlış bir eğitim anlayışının neticesi olduğunu düşünüyoruz.
Acizane bizim değerlendirmemiz ve çözüm önerimiz bu yöndedir.
Selam ve dua ile…
*
Ramazan Tahiroğlu