Şekvâ değildir kastımız “Gül”e; bu elfâza cür’et ve cesâretimiz,
“Gül”ün gölgesinden uzaklaşıp, O’nun gurbetine düşen; biz firârî,
“biz günahkâr, âsi mücrim” ümmetin; nedâmet, hasret ve muhabbet
Hisleriyle iç içe girmiş düşüncelerinin, hicran dolu gönüllerimizden
dile dökülen ve hiç hak etmediğimizi çok iyi bildiğimiz, şefkat ve şefâat
talebimizin; bir arz-ı hâl ile âşikâr edilmesidir, Şefî’ü’l-Müznibîn’e…
Ey Varlık Sebebimiz!..
Sen; “Âlemlere rahmet”[1] olarak gönderilen; beşeriyeti vahiyle yeniden inşâ edip, îmânın âsûde ikliminde dirilten; dünyaya İslâm’ın emsâlsiz güzelliklerini öğreten; güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen “Gül” mushaflı sevdâmızın sembolüsün… Sen; merhamete sınırsızlık ufkunu getiren, duygu ve düşüncelerimizi câhilî örümcek ağlarından temizleyen; kalpleri mesken tutan nefsâni putları hâk ile yeksân eyleyen; davranışlara doğruluk, saygı, sevgi, sabır, tevekkül, teslimiyet, nezâket ve zarâfet taçlarını giydiren; renk, ırk, mevkî ve sosyal statü farklarını ortadan kaldırarak insanlığı inanç kardeşliğinde birleştiren Resûller Resûlüsün… Sen; adâleti hâkim kılıp zulmün hükümranlığını sona erdiren; insanın, yalnız Allah(c.c.)’a kulluk yapmasını, O’nun dışındaki hiçbir şeye kul olmamasını tâlim ettiren ve nihâyet kalpleri Kur’ân’ın nûruyla aydınlatan; gönülleri mâmur edip Âdemoğluna ebedî kurtuluş müjdesini bahşeden Kâinatın Solmayan Gülü’sün…
Biz ise; Senin bize tebliğ ettiğin vahiy ikliminden cüdâ düşen, inşâ ettiğin “Gül” Medeniyeti’nden uzaklaşıp Kıble’sini yitiren ve şafaksız gecelerden ışık bekleyen ‘Kur’ân ve Sünnet Firârîleri’yiz… Senin her bir hadîsin, kandil kandil parlayan bir nur; hayatının her sayfası kıyâmete kadar bizlere örnek teşkil edecek bir dest-i huzur iken; biz firârîler, hep Kıblesiz yerlerde, günahkâr vâdilerde, karanlık caddelerde ve “çıkmaz sokak”larda dolaştık asırlardır…
Sen; karanlığın soğuğunda donmuş yüreklerimizi, aşkın ateşinde gönül hâline getirdin; fakat bizler, maddeye meftûn, dünyaya tutkun sevdâlar peşinde “Gül” cemresi düşmüş baharlarımızı ziyân ettik ve gönüllerimizi çöle çevirdik… Sen; kalben dünyayı gözünden silmiş, fakat kesben ve zâhirî bakımdan dünyadan âzâde kalmamışken; bizler söz olarak âhiret menzilli yaşadığımız iddiasında bulunduk, fakat dünyayı kalbimize sultan etme gayretinden de bir an olsun geri kalmadık…
“Dünya nedir? Allah’tan gâfil olmaktır;
Ne kadın, ne kumaş, ne altın değildir.”[2]
beyitini dilimizden hiç düşürmedik, amma hep bu sözün mânâsından gâfil olarak yaşadık… Kalplerimizde, dünyanın işgâline uğramamış bir duâlık yer bile bırakmadık… Sen; yaratılış gâyemizi anlatıp, Bâkî Olan’ın yoluna hayatımızı vakfetmemiz gerektiğini bizlere öğretirken, bizler ömrümüzü fânî sevdâlar uğrunda sebîl ettik…
Ey İki Cihan Serverimiz!..
Sen, Mevlâ’ya giden en kutsi yolda Aşk İkliminin Tercümanı’ydın, biz ise Leylâ ile sınırlı kalan nefsâni sevdâların mütercimi olduk… Yüreğimizdeki “Lâle”ye müştak “Gül” aşkını soldurduğumuz için, “Allah(c.c.)’ın nûruyla bakan mü’minler”in[3] ferâset ve basîretinden mahrûm kaldık… Kur’ân’ı “asrın idrâkine” söyletemediğimiz için asrî sefâhâtlere daldık, sefâletler içinde bunaldık… Senin “İz”ini terk ettiğimiz için asırlar var ki yandık ve Nebevî mîrası, mîrasyedi yangınlara saldık… Seni, ahlâkımızda, davranışlarımızda, duygularımızda, düşüncelerimizde, dâvâmızda, sevdâmızda, evimizde, işimizde, kişiliğimizde, kimliğimizde yâni kısaca hayatımızda yaşatamadık ve İslâm’ı aşkla yaşayamadık… “Din aşktır.”[4] fehvâsınca, yüreğimizi Mârifetullah ve Muhabbetullah ikliminde “kâl” olarak kıyâma durdurduğumuzu söyledik söylemesine de, bu aşkı “hâl” olarak hakkıyla yaşa/ya/madık… Muhabbet sofrasına belki beden olarak bağdaş kurduk kurmasına da, gönlümüzü Aşkullâha kâmil mânâda âmâde kılamadık; aşkın ve iştiyâkın her işin başı olduğunu, gerçek muhabbete Aşk-ı İlâhî’yle kavuşulduğunu bir türlü anla/ya/madık… Bizler; İlâhî muhabbet ufkunda kalbi diri tutmanın yolunun, Hakk’ı zikretmekten ve Muhabbetullah’a erişebilmenin nihâi merhâlesinin de Muhabbet-i Resûlullah’tan geçtiğini gerektiği gibi idrâk etmedik / edemedik… “Gül” kokusunun gelmediği diyârları mesken tutup yine mâsivâya daldık, yine a’rafta kaldık ve yine karanlıklar içinde bunaldık… Hâl böyle olunca da; Senin nûruna pervâne olamadık, âlemleri kuşatan rahmetinden nasîp alamadık, “Gül”ün gül-efşân ikliminde karar kılamadık, Muhammedî muhabbetle serâser dolamadık ve “Lâle” ve “Gül” aşkından yansıyan emsâlsiz güzellikleri gönüllerimize hakkıyla dolduramadık…
Ey Fahr-i Kâinât Efendimiz!..
Allah (c.c.) için gözyaşı dök/e/meyen bizler, rahmet tecellîlerine hasret kaldık… Senin bıraktığın yemyeşil vâdileri kupkuru sahrâlara çevirdik… Aşka âşinâ gönüllerdeki sadâkât çiçekleri bir bir soldu… Adâlet, liyâkat ve ehliyet, ilim, irfan ve medeniyet; tefekkür, tevekkül ve hikmet; şefkat, cömertlik ve muhabbet; tevâzû, sadâkât ve izzet; ferâset, zarâfet ve nezâket; vakar, edep ve metânet; mesûliyet, huzur, emniyet; cesâret, cihat ve celâdet; vefâ, şuur ve istikâmet; şükür, sabır ve teslîmiyet bizim topraklarımızda anlamını bulmuşken; biz Senden firâr edince, onlar da bizim coğrafyalarımızı terk-i diyâr eyledi… Yeni baştan yüreğimizin her bir köşesine “câhiliyye” taşlarından örülmüş hisarlar kuruldu ve cehâlet köşe başlarını yeniden tuttu… Ve “Kendimizi Hakk’la meşgûl etmediğimiz için, bâtıl bizi istilâ etti.”[5]
Ey Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)!..
Seninle bir İlâhî Nur inmişti Hira Dağı’ndan ve o Nûr, yüzyılları örten zifirî karanlıkları ebedî aydınlıklara çevirmişti… Fakat heyhât!.. Ümmet-i Muhammed O Nûr’un getirdiği emsâli olmayan bahardan yüz çevirince; aşkımıza hazan değdi, sevgilerimiz mânâsını yitirdi… “Akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” kaybolurken, göz alıcı renklerimiz soldu, gözlerimiz gerçekleri göremez ve kulaklarımız İlâhî hakîkatleri duyamaz oldu…
Ey İlâhî Aşkın Mürebbîsi, ne olur sorgulama bizi… Sorma perîşân hâlimizi… Seni hayatımızdan çıkardığımız için dünyaya hapsettik yüreğimizi… Senin ümmetin; dünyevî makam, mevkî, mal ve îtibar peşinde… “Büyük cihâd”[6]ı kaybeden mü’minler, birbirine düşman hâle geldi “küçük cihâd”ın düşünde… “İz”ini kaybettik, “izm”lerin izinde… Kimlik derdine düşerken, farkına bile varmadan kişiliğimizi kaybettik Sensizlik dehlizinde… Sen, olması gerektiği gibi yoktun, ne hüznümüzde, ne sevincimizde… Bu sebeple dünyaya meftûn kalbimizdeki her çeşit ihtiras ayrı bir belâ ve gönüllerimiz Kerbelâ şimdi…
Ey Resûller Sultânı!
Sen, nefsâniyet çölünde “ben”lik büyütenleri, nübüvvet ikliminin nurlu iksiriyle öyle terbiye etmiştin ki, nefisler dize gelip, “ene”den (benden) “nahnü”ye (bize) dönüşmüş ve “nahnü” den “Hüve”ye (O’na) vâsıl olanlar; “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki, O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki”[7] sırrına ererek “Ballar balı”nı bulmuştu… Fakat bizler; “ene”den “Hüve”ye giden yolu ikmâl edemedik ve ne yazık ki -grup taassubunu aşamayan- “nahnü”de kaldık… Böyle olunca da ümmetin bir kısmı, kendi fırkasını Hakîkat’in merkezine oturtup “fırka-i nâciye”[8] olarak görürken, mensup bulunduğu hizbin dışında kalanlara ise şaşı gözlerle bakar hâle geldi… Kin ve nefretten nefret etmesi gerekenler, birbirlerinden nefret eder oldu… Parça parça bölündük, kıyasıya parçalandık…
Ne hikmettir bilinmez, düşmanlarımızı dost, kardeşlerimizi düşman edindik… Küffârın bizim üzerimize hesap yapmasına gerek kalmadı, zîrâ bizler birbirimizin hesâbını görür olduk… Bilmem ki kaç asırdır kendi elimizin ve dilimizin şerrinden çektiğimiz kadar, gayri-müslimlerden çekmedik… Yâr zannettiğimiz ağyâr ateşinde yandık yıllar yılı… Yıllar yılı; münâfıkların pazarladıklarını Müslüman mahallelerinde satmaktan, küffâra müsâmaha gösterip Müslümanlara atıp tutmaktan, “..Yahûdi ve Hıristiyanları dost edinmeyin..”[9] Rabbânî îkâzına muhâlefet etmekten ve “Şol yüzleri dost, özleri düşman”[10] olanların dümen suyunda gitmekten bıkıp usanmadık… Herkese “hoşgörülü” olduk, ama ne hikmetse müsâmahamız kendi hizbimizin dışındaki Müslümanları ihâta etmedi, edemedi…
Ey Felâhın “Gül” Kokulu Fermânı!..
İnsâniyetin zirvesi olan Sen, Seni terk ettiğimizden dolayı da insanlığından pek çok şey yitiren ve her alanda irtifâ kaybeden hep biz olduk… Cümle güzellikleri Senden öğrenmiştik, fakat Seni hayatımızda yaşatamadığımız, Senin yasakladığın şeylerden âzâde kalamadığımız için; İslâmlığımızın, dolayısıyla da insanlığımızın ve “Hakîkat Sırrı”nın en güzel güllerini soldurduk…
Sen; “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah(c.c.)’a şükretmez.”[11], “İnsanlara merhamet etmeyene Allah (c.c.) da merhamet etmez.”[12] ölçülerini bizlere öğrettin, ama bizler Senden firâr ettiğimiz nispette şükürden, teşekkürden, muhabbetten ve merhametten uzaklaştık… Senin “komşuluk hakkı”nı anlatan hadislerini peş peşe sıraladık, ama yaşadığımız apartmanlardaki komşularımızı doğru dürüst tanımadığımız için onların “aç” yatıp yatmadıklarından da, “bî-ilaç” olup olmadıklarından da haberdâr olmadık… Hâlini hatırını sormak için bir türlü komşularımızın kapısını çal/a/madık, onların sıkıntılarıyla hemdert o/la/madık…
Birileri de “tebliğ” aldatmacasıyla “diyalog” (?!) kapılarını açtı… “Dinler arası diyalog” (?) oyunlarıyla Ehl-i Salip ve Yahudilerle kucaklaştı… Tertemiz ve çok zekî Anadolu çocuklarının gönüllerine ihânet tohumları saçtı… Altı Köşeli Yıldız’ın gölgesinde dört köşe olan, “İbrâhimî Dinler” safsatasıyla Vatikan’a uşaklık yapan ve mütedeyyin (?) sanılan bu “muhteremler” (!) “dîn ü devleti” mihraptan yıkmaya çalıştı… İnsanımızı bin bir türlü yalan ve plânlarla kandıran “Müslüman” görünümlü bu hıyânet taifesinin elebaşları ABD’nin organizatörlüğünde alçakça bir darbe teşebbüsünde bulundu… “Evliyâ yurdu ve şühedâ burcu”[13] olan bu mübârek toprakları çok sinsi ve sistematik bir saldırıyla işgâle kalkıştı… Ne hazindir ki bu ihânet şebekesi, “hizmet” ambalajlı çok büyük bir ‘hezîmet’ yaşattı insanlara… Aklını ve irâdesini kiraya vererek devşirilen bu “Altın Nesil” (?!) önce âilesinden, sonra milletinden ve vatanından daha sonra da İslam’dan ve insanlıktan kopartıldı…Ve hâlâ modern İbn-i Sebe’yi “Mehdî” görenlere, bunları aklamaya çalışıp gaflet, dalâlet ve hatta hıyânet içinde bulunanlara ve bütün bu yaşananlardan sonra hayâsızca “Müslüman ahlâkın”dan bahseden ahlâksızlara veyl olsun…
Ey “Güzel ahlâkı tamalamak için gönderilen”[14] Ahlâk Âbidesi!..
Senin ahlâkınla ahlâklanamadığımız için; sevgi, saygı, edep, erdem şefkat, samîmiyet ve sadâkat gibi güzel hasletler terk-i diyâr eyledi hânelerimizden ve hayatımızdan… Sevgi çiçeklerinin goncaya durmadığı, sabır, şükür, vefâ ve hayânın âile fertleriyle birlikte oturmadığı evler; belki maddenin ihtişamını yaşadı ama saâdet fakirliğinin bütün renklerini çevresine yansıttı hânelerimizden… Ve Senin yokluğunda, zihinlerimizden ve yüreklerimizden Müslümanlık adına hep bir şeyler eksiliyordu biteviye, devamlı ahlâk bakımından irtifâ kaybediyordu içinde bulunduğumuz her seviye…
Ey Sidre-i Müntehâ’nın Mihmânı!..
Tebliğini en güzel biçimde temsil edenlerimiz elbette vardı, fakat büyük çoğunluğumuz tebliğ ettiğimiz hakîkatleri, yaşantımızla, yaşadıklarımızla ve yaşattıklarımızla temsil edemedik… Heyhat! Bizler tebliği sâdece “belâgat” olarak anladık, “yaşanılan hayat” şeklinde anlamadık, anlayamadık ve anlatamadık… Sana olan sevdâmızın kalbimizdeki yankısını, kelimelere döktük, satırlara döktük, şiirlere döktük ama ne hazîndir ki hayatımıza dökemedik bir türlü… Utanarak îtirâf ediyoruz ki, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in adı dilimizde hep vardı, fakat gerçek mânâsıyla hayatımızda ne yazık ki çok fazla olmadı… Seni sevmenin bir ibâdet olduğunu müdrîk olarak; “Seni seviyoruz” sözleri dudaklarımızdan döküldü dökülmesine, ama aslolan bu sevgiden yansıyan güzelliklerin hayatımızı şekillendirmesiydi… Muhabbetini dilimizden düşürmedik, ama ne yazık ki bunlar da lâftan öteye geçmedi / geçemedi…
Ne hikmetse söylediklerimiz hep “kâl” olarak kaldı, bir türlü “hâl” olmadı… Biz hep dilimizle hâlleştik, hâlimizi dillendiremedik bir türlü… “Hâl”de derinleşmemiz gerekirken, “kâl”imiz öne çıktı ne hikmetse… Zikrimiz fikrimize, fiillerimiz kavlimize, yaptıklarımız yazdıklarımıza çoğu kez yoldaş ol/a/madı… Hasretin yanaklarımızdan gözyaşı olup süzülse de, bu sevdâ rahmet bulutları gibi kanatlanıp kalbimizin ahfâ zirvelerine süzülmedi… Kalbimize dünyayı sultan ettiğimiz ve “dil”den “ağyârı” sürüp-çıkart/a/madığımız için, gözyaşlarımız gönül hânelerimizi “pür nûr” etmedi, edemedi… “Hâne mâmûr olmadan”[15] da, gönül dünyamız “Lâle” ve “Gül” aşkına bir türlü mesken olmadı / olamadı…
Her dem, Peygamber sevgisinin bir alev hâlinde sînelerimizi yakıp tutuşturduğundan dem vurduk, terennüm ettiğimiz mısrâların, kağıtlara döktüğümüz dizelerin her kelimesi Senin aşkınla doluydu, ama Senin sevginle gönlümüz yeterince dolmadı / dolamadı… Konuşmalarımıza sertâc ettiğimiz, dilimizden düşürmediğimiz, sohbetlerimizde müstesnâ bir yer ayırdığımız “Efendimiz’e duyulması gereken sevgi”, kalp ve ruh dünyamızda gerektiği gibi yer bulmadı / bulamadı… Çünkü dillerimizde hep Sen vardın, ama davranışlarımız Senden hep bîhaberdi… Eskiden Muhammedî muhabbet sadırlardan satırlara nakşedilirdi; ne hazindir ki, şimdilerde satırlarımızdan sadırlarımıza bir türlü terfî etmedi / edemedi… Ve satırlarımızı süsleyen o güzelim ifâdeler, bir türlü sadrımızı “Gül” bahçesine çevirmedi/çeviremedi…
Ey Vefâ Yurdunun Hâkanı!..
Seni sevmeden çokça söz ettik, fakat Senin ahlâkınla ahlâklanmayı hiç kendimize şiâr edinmedik / edinemedik… “Fidâke ebî ve ümmî Yâ Resûlallah!” (Anam babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah!) kelâmını biz de söz olarak söyledik, hattâ kelimeleri daha da tezyîn edip süsledik ve Fuzûlîce;
“Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil,
Ne nizâ eyleyelüm ol ne senündür ne benüm…”[16]
“Cânımı, cânân eğer isterse minnet cânıma
Cân nedir kim, ânı kurban etmeyem cânânıma
Cân ile bizden eğer hoşnûd ola cânânımız
Câna minnettir, O’nun kurbânı olsun cânımız”
dedik… Dedik demesine ama Senden sonra Senin aşkına fedâ olacak “can”lar gitgide azaldı… “Senden sonra; ne Senin aşkına ‘anasını babasını fedâ edecek’ evlâtlar”, ne de yoluna fedâ olacak “ana-babalar” kaldı… Senin gölgenden uzaklaşınca, aşkımızın koru, gözümüzün feri ve nazarımızın nûru kalmadı… Ve “Gül” kokusu yaymaz oldu alınlarımızdaki secde izleri…
Ey Güneşlere Taç Giydiren Ziyâ!..
Affet bizi… Bizler Senin “Âlemlere rahmet”[17] ve insanlığa en büyük nîmet olarak gönderildiğini hakkıyla anlamadık /anlayamadık… Anla/ya/madığımız bir gerçeği nasıl başkalarına anlatabilirdik ki… Ve Seni hakkıyla anlatmadık / anlatamadık…
Bizler Senin kıymetini, gerçek mânâsıyla kavramadık / kavrayamadık… Bizler Seni; cemâat liderimiz, kanaat önderimiz, tarîkat şeyhimiz veya parti başkanımız kadar olsun tanımadık / tanıyamadık / tanıtamadık… Cemâatimizi, tarîkatımızı, fırkamızı, futbol takımımızı, meşrebimizi ve hizmetimizi anlattığımız ve tanıttığımız kadar, Seni başkalarına anlat/a/amadık ve tanıt/a/madık… Sana lâyıkıyla ümmet ol/a/madan Senin yolunda olduğumuzu ve Seni çok sevdiğimizi söyleyip durduk asırlardan beri… Vâ esefâ…
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)
[1] Enbiyâ, 21/107
[2] Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî, Veled İzbudak, I, 984. Beyit
[3] Tirmîzî, Tefsir 15
[4] Muhammed İkbâl, Câvidnâme, Çev.: Annamarie Schimmel, 402
[5] İmam Şâfîî
[6] Muttâkî, Kenzü’l-Ummâl, IV, 616; Süyûtî, Câmi’us-Sagîr, II, 73; Tirmîzî, Fezâilü’l-cihad 2
[7] Atâullah İskenderî, Hikem-i Atâiyye
[8] Hanbel, Müsned, II, 332; Ebû Dâvûd, Sünen, II, 259; İbn-i Mâce, Sünen, II, 479
[9] Mâide, 5/51
[10] Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi (Alvarlı Efe)
[11] Ebû Dâvûd, Edeb 11; Tirmîzî, Birr 35
[12] Müslim¸ Fedâil 15; Tirmîzî¸ Birr 16
[13] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Süleymâniye Kürsüsünde, 170
[14] Mâlik, Muvattâ, II, Hüsnü’l-hulk, 904
[15] Şemseddin Sivâsî, Dîvân, Vâsıl Olmaz Kimse Hakk’a
[16] Fuzûlî, Gazel, Necmettin Hacıeminoğlu, Fuzûlî, Türkçe Dîvânından Seçilmiş Gazeller, 69
[17] Enbiyâ, 21/107