O; muttakî bir mü’min, dînî, millî ve ahlâkî hasletleriyle temâyüz eden örnek bir ideâlist, Kıble yürekli, ” Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, bozkurt duruşlu bir aksiyoner, kökboyalı bir Türkmen kiliminin göz alıcı renk ve desenleri gibi bize ait pek çok güzellikleri şahsında cem etmiş, “Ülkü denen nazlı gelin”e bütün kalbiyle sevdâlanmış, “Milletimizin son yüzyılda yetiştirdiği en büyük fikir, hareket ve dâvâ adamlarından birisi belki de en önemlisi” diye nitelendirilmiş büyük bir mütefekkir ve kaht-ı ricali yaşadığımız bu demde yeri çok zor dolacak “velî” bir Türk milliyetçisi ve tam bir devlet adamıydı.
O; devletin en yüksek toplumsal değer olduğunu, diğer bütün değerlerin ancak onun varlığında hayat bulduğunu, temel ölçüsü “adâlet” olan bir devletin nabzının milletin yüreğinde attığını, sağlam içtimâi yapıların “âdil devlet”, “ehliyet”, “meşrûiyet”, “emniyet” ve “hizmet” ölçüleriyle şekillendiğini ve bütün bu ölçüleri en mükemmel şekliyle Osmanlı Cihan Devleti’nin hayata geçirdiğini en veciz bir biçimde anlatan; devlet ve millet mefhumlarının sırrına erdiği ve bu değerler manzûmesinde eridiği için “fenâ fi’d-devle ve’l-mille”(Varlığını devletin ve milletin varlığında eriten insan) diye vasfedilen hâlis bir Oğuz Türk’ü ve gerçek bir “Türkmen Ağası”ydı.
O; Türk milletine ve İslâm dünyası’na dâir büyük hayâllere ve kutsî ideâllere sâhip olan, millî konularda sıra dışı yorum ve tahlillerde bulunan, fikir ve gönül dünyasındaki zenginliği; devlet ve bayrak aşkındaki enginliği, mücâdele azmindeki coşku ve dirayetiyle, vatan sevgisi ve millet aşkıyla herkese örnek olan mümtaz bir şahsiyetti.
O; ahvâlindeki tevâzu ve samîmiyetle, hareketlerindeki ciddiyet ve fazîletle, duruşundaki sükûnet ve metânetle, hitâbındaki letâfet ve nezâketle, sözlerindeki zarâfet ve hikmetle, mübârek ecdadımızdan tevârüs ettiği izzet ve asâletle; Hunlara, Göktürklere, Karahanlılara, Gaznelilere, Selçuklulara, Osmanlılara, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve bu devletlere hizmet eden bütün Türk büyüklerine duyduğu ünsiyet ve muhabbetle zihinlerde ve gönüllerde taht kurmanın ve ilm ü irfânıyla öne çıkmanın ötesinde, kâliyle hâlini bütünleştiren ve tebliğini en mükemmel bir biçimde temsil eden kâmil bir insandı.
O; İslâm’a, Türklüğe, Türk tarihine, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne, milletimizin kültür ve medeniyetine, devlet kurmadaki kabiliyet ve teşkilatçılığına hayran olan, Ülkücü Hareket’in; temel referanslarına, düşünce dünyasına, duygularına, hayâllerine, coşkularına, heyecanlarına ve hedeflerine rehberlik yapan, ülkücü teşkilatlarının kurulmasına önderlik eden, Türk gençliğinin tarih şuuruna sâhip olması, millî kimlik kazanması, mânâ iklimlerini soluklaması, anarşist ve materyalist düşüncelerden korunması için gecesini gündüzüne katan müstesnâ bir fikir adamı ve müthiş bir aksiyonerdi.
O; gençliğin hür düşünce ikliminde Türk milliyetçiliği şuuruyla yetişmesi, İslâm ahlâkıyla temâyüz etmesi, politik ayak oyunlarından âzâde kalması, yüreğinin rozetinden büyük olması, siyâsî kadroların programları etrafında değil, fikirler ve ülküler etrafında kenetlenerek aksiyoner bir hareket oluşturulması gerektiğine inandığı için, -MHP’nin ikinci adamı olmasına rağmen- yöneticisi olduğu partiden bağımsız bir gençlik yapılanmasının daha uygun olduğunu ifâde edip hayata geçiren ve zâten kendisini de bir siyâsetçi olmaktan çok, bir mefkûre insanı olarak gören gerçek bir ideâlistti.
O; köklü ve sağlam bir tarih şuuruna sâhip olduğu için Türk milletinin istikbâline dâir çok büyük rüyâlar gören, gençliğin de aynı rüyâları görerek büyük ideâller peşinde koşması için durup dinlenmeden sa’y u gayret gösteren, siyâseti bir gâye olarak değil, milletine, ülkesine ve ülküsüne hizmet yolunda bir araç olarak kabul eden, yazdığı yazılar, ülke ve dünya meseleleri hakkında ortaya koyduğu görüşlerle Türk milliyetçilerinin fikrî çizgisine yön veren ve “Ülkücüler! Hedefiniz Büyük Türkiye Ülküsü’nü gerçekleştirmektir. Hedefiniz yeniden büyük Türk-İslâm Medeniyeti’ni kurmaktır. Şanlı tarihimiz ve büyük ecdâdımızın bize yüklediği misyon budur. Allah (c.c.) bizimle beraberdir.” diyerek mefkûre bayrağımızı göklere yükselten bir ülkü deviydi.
O; hem “alp”, hem de “eren” sıfatlarının cümle güzellikleriyle bezenmiş velî bir mürşit olarak; millî ve mânevî değerleri gençlerin zihnine ve yüreğine bir gergef gibi işlemiş, ülkücü nesillerin köklü bir tarih şuuruna sâhip olması için evvelâ; “Türk tarihinin yeni bir yorumunu yapmış, daha sonra ise tarih içinde çağdaş Türk gençliğinin yeri ve vazifesini öğretmiş”) çok çaplı bir mürebbî ve muazzam bir muallimdi.
O; mübârek ecdâdımızın, “İnsanlığın Son Adası” olan Osmanlı’yı dünya tarihine armağan ettiğini bütün yazı ve konuşmalarında dile getiren, Türkiye Cumhuriyeti’nin de “Nîzâm-ı Âlem’i tedvîr”de söz sâhibi olabilmesi için güçlü bir dünya devleti hâline gelmesini arzulayan, bu amaç doğrultusunda Müslüman Türk’e has millî bir devletin hasretiyle yanıp tutuşan, “Türk tarih sarkacının yükselişe geçtiğini” veciz bir üslûpla anlatan ve sanki destan çağlarının efsâne devirlerinden bugüne gelmiş olan bir Osmanlı akıncısıydı.
O; derin tarih bilgisinin ve felsefesinin çağladığı tadına doyulmaz sohbetleriyle, kendine has latif ve akıcı üslûbuyla, insanı yüreğinden yakalayan gayet nükteli ve etkili hitâbetiyle, günümüzdeki gelişmeleri tarihimizdeki çarpıcı misâllerle açıklayan ve bu zamana kadar hiç rastlamadığınız değerlendirmeleriyle, her kesimden insanın anlayacağı tarzda dile getirdiği son derce gerçekçi teşhis ve çözüm önerileriyle, bize öğretilen “doğru bildiğimiz yanlışları” bir kalem darbesiyle hâk ile yeksân eden çok güçlü bir erbâb-ı kalemdi.
O, bizlere her zaman hatırlanacak, hiç unutulmayacak olan;
“Durum muhakemesine hasımdan başlanmaz”;
“Mukallit mucidin gerisinde kalmaya mahkûmdur.”;
“Yolcuların çoğu tarafından istenilmek, insana kaptan olma özelliği kazandırmaz.”;
“Sözümüz oturup yazıtanlara değil, okuyup tozutanlaradır.”;
“Türk münevverlerinin mefhumlarla münasebeti yoktur. Onların dâvâsı kelimelerledir.”;
“Yalnız kendi ihtiyacı için çalışan ekonomi iflasa mahkûmdur. Zîrâ kendi memesini emen bir inek asla şişmanlayamaz.”;
“Tabiat boşluğa müsaade etmez. İktidar boşluğu, kendinde kudret görenler tarafından işgal edilebilir.”;
“İnandığımız değerlerle, uygulanan değerlerin zıddiyeti, içinde bulunduğumuz anarşi fetretinin sebebidir.”;
“Ne hürriyet, ne demokrasi, ne de insan hakları… Hiçbir şey, hiçbir şey ülke bütünlüğünden daha aziz, istiklâlden daha değerli değildir. Türk milletinin mukaddesatı için, hiçbir zaman saklamadığı gücü, kanıdır.” ;
“Milliyetçiler konfeksiyon fikirlere iltifat etmezler.”;
“Ülkücüler, ipeğe sarılmış çeliktir.”;
“Milleti sevmek elbette yetmez, ona hizmet için gereken şartları da haiz olmak lâzımdır; ama sevgi, (romantizm) astar boyadır. Onu kaldırırsanız diğerleri kendiliğinden ölür.”;
“His, fikrin barutudur. Romantik milliyetçiliği yayan, yaşayan ve yaşatanlar; bütün mermileri iten kudret, sizin eserinizdir.”;
“Millet, özünde bir romantizmi ihtivâ eder, bu romantizmi kaldırırsanız millet de biter.”
gibi nice veciz sözler mîras bırakmış bilge bir münevverdi.
O; Türk milletini sevmenin ve büyüklüğüne inanmanın sırrına muttalî olmuş, “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması” ve Tevhîd Sancağı’nın Türkiye’de yeniden kıyama durdurulması gerektiğine bütün kalbiyle inanmış, “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”mak için âhiret merkezli bir hayat yaşamış; yaptıkları ve yazdıklarıyla, ideâlizmi ve mücâdelesiyle, geçerliliğini yitirmeyen tahlil ve tespitleriyle, zamanın eskitemediği yorum ve hükümleriyle ülkücülerin kalbinde müstesnâ bir yer tutmuş olan ve yarınların nefesini soluklayan görüş ve düşünceleriyle yeri dolmayan, doldurulamayan kâmil bir dâvâ ve fikir adamıydı.
Hâsıl-ı kelâm o; “Türk’e zarar vermeyene müsâmaha, Türk’e fayda vereni himâye” düstûrunun en güzel lisânıydı.
O; tuğrası “Üç Hilâl”le çekilmiş bir asâlet fermânıydı.
O; “din ü devlet, mülk ü millet” diyenlerin yârânıydı.
O; Türkiye ve Turan aşkıyla yanan bir tarih ummânıydı.
O; millî düşünce üslûbumuzun en veciz tercümânıydı.
O; “vicdanını kaybeden bir devrin vicdânı”ydı…
O; ilmiyle âmil, îmanıyla kâmil bir güzel insandı.
O; “Yesi Güvercinleri” ne meftûn bir Müslümandı.
O; şiir gibi duygulu, mehter gibi coşkulu bir destandı.
O; zamanın fethine çıkan “Gül” yüzlü bir kahramandı.
O, ülkücü gençliğin rehberi ve ruh hamurkârıydı.
O; “Büyük Türkiye”nin unutulmaz fikir mîmârıydı.
O; fazîlet şâhikası bu aziz milletin medâr-ı iftharıydı.
O; hayâllerine hazan değmeyen bir tefekkür baharıydı.
O; Türk’e sevdâlı, bozkurt edâlı bir Osmanlı çelebisiydi.
O; Kıble yürekli, turkuaz renkli bir inanç âbidesiydi.
O; Oğuz Han ahfâdından “velî” bir Türk milliyetçisiydi.
O; “Kökü mâzide olan âtiyiz” diyen bir aksiyonerdi.
O; “Türk’ün cihangirliğine inanmış” sivil ruhlu bir askerdi.
O; “Türkmen Ağası” Binbaşı DÜNDAR TAŞER’di.
* * *
İşte “velî” bir Türk milliyetçisi ve fikir kubbemizin parlak yıldızlarından birisi olan bu güzel insan; “Allah’ın takdir ettiği vâde” dolduğu için; tıpkı şâirin; “Yaşarken doludizgin, ölüvermek apansız” mısraında ifâde ettiği üzre bir ikindi güneşi gibi âniden gurûbâ erdi. 13 Haziran 1972 günü -içinde birçok soru işâretleri barındıran- bir trafik kazâsı sonucu Hakk’a yürüdü…
Ama elden ne gelir; “İzâ câe’l-kazâu âmiye’l-basar” buyurulmuş, yâni “Kazâ gelince basiret bağlanır’mış.” Çâre yok; hüküm Büyük Yer’den verilmiş, “Üzerine yemin edilen kalem” böyle yazmış ve nefes sayısı tamamlanmış…
Şâir; “Her ölüm erken ölümdür.” diyor. “Zamansız öldü!” sözü pek çok kişi için kullanılması sebebiyle “söz” olmaktan çıkıyor, sıradan bir “laf” hâline geliyor… Ancak en verimli çağında Hakk’a yürüyen Dündar Taşer’in vefâtı, Türk milliyetçileri için hakikaten ‘çok zamansız ve çok erken bir ölüm’dür. Bu söz, “Türkmen Ağası” için söylenince yalın bir gerçeği ifâde ettiği için beylik bir laf olmaktan çıkar…
Ve gök kubbede sayısız “hoş sadâ” bırakan Dündar Taşer’in ölümü sînemize demir atan büyük bir sancı oluşturur, hüznümüzü 1972 yılından bu yana kıyama durdurur ve gönüllerimizi yakan târifsiz bir hicrân ateşi hâlinde yüreğimize oturur…
Ârif Nihad Asya bir şiirinde;
“Ağlasın taşlara kapanıp tarih,
Selim’ler gelir de Yavuz’lar gelmez!”
diyerek işâret ettiği üzere; “gelimli gidimli dünya”dan bir çok insan gelir geçer, ancak kırk yedi yıllık hayatı; Türk milletinin iki asırdır karşı karşıya olduğu “cezr”in bittiğini ve “med”din başladığını zihinlere ve gönüllere müjdelemek, çevresindeki insanlara ışık olup ufuk çizgisini genişletmek, bu aziz milletin büyüklüğünü ve târihî mefâhirini bütün ihtişâmıyla gençlere yeniden öğretmek, bu neslin rûhunu İslâm îmanı ve Türk asâletiyle mayalamak mücâdelesi içinde geçen Dündar Taşer gibi müstesnâ mütefekkir ve aksiyon adamları bu dünyaya her zaman gelmezler, ancak yüz yılda bir nâdiren aramıza misâfir olurlar…
Bu konuda şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; bugün yaşadığımız fikrî savrulmaların, medeniyet zeminimizden ayrılmaların, siyâsî ve fiilî sıkıntılarımızın önemli sebeplerinden birisi de -fakire göre- yerlerini bir türlü dolduramadığımız Dündar Taşer’in, Erol Güngör’ün ve S. Ahmed Arvâsî’nin; söyleyecekleri pek çok söz, yazacakları pek çok kitap, yapacakları pek çok iş ve çözecekleri pek çok sosyal ve siyâsî problem varken çok genç yaşta bu dünyadan göçmeleri ve bu güzel insanların Âhiret Yurdu’na çok erken yelken açmalarıdır…
15 Mayıs 1925’te Gâziantep’te dünyaya gelen, bundan 51 yıl önce, 13 Haziran 1972 günü Ankara’da şüpheli bir trafik kazâsı sonucu 47 yaşında rahmet-i Rahmân’a kavuşan; her “MESELE”mize çözümler üreten, velî bir Türk milliyetçisi, sivil ruhlu bir asker ve bir millî mürşid olan TÜRKMEN AĞASI BİNBAŞI DÜNDAR TAŞER’in; kabri nûr, rûhu şâd, mekânı Cennet, makâmı âlî olsun. Bu güzel insanı Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfireti, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın şefkat ve şefâati perde-pûş eylesin.
Ve sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar:
“Küllü nefsin zâikatü’l-mevt.” “İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn”
“Hüve’l-Bâkî”
Dündar Taşer’in, cümle geçmişlerimizin ve bütün şehitlerimizin rûhu için el-Fâtiha!..
*
Dr. Mehmet GÜNEŞ