İslâm tarihinin en acı hâdiselerinden birisinin yaşandığı Kerbelâ fâciası; Muharrem ayının onuncu gününde, yâni Yevm-i Âşûrâ’da meydana gelmiş, âşûre kazanlarına şeker atılsa da Müslüman yüreklerin acısı XIV asırdır hiç dinmemiştir. “10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)” tarihinde Kerbelâ sahrâsında; Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in “Cennet gençlerinin efendileri”[1] sözüyle taltif ettiği, Hz. Ali (k.v.) ve Hz. Fatıma(r.anha)’nın iki ciğerparesinden birisi, ümmetin gözbebeği olan Seyyidü’s-Şuhedâ Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz ve içlerinde 22 Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nin bulunduğu yetmiş iki mü’minin; Emevi Sultanı fâsık Yezid’in emrini ve Kûfe valisi zâlim Ubeydullah b. Ziyad’ın tâlimatını yerine getiren dünyaperest Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından günlerce muhasaraya tâbî tutulup, aç-susuz bırakıldıktan sonra şehit edilmiştir.
10 Muharrem 61 tarihinde, yâni Aşûrâ Günü yaşanan bu büyük acı; İslâm tarihindeki en gaddar, en elim, en mel’un ve en alçak katliam olmanın ötesinde; tüyler ürperten çok korkunç bir vahşet, târiflere sığmayan bir felâket, iblisleri bile şaşkına çeviren akıl almaz bir musîbet, tâbir câizse Arş-ı âlâ’yı titretip insanın kanını donduran bir cinâyet ve kelimelerin ifâde de yetersiz kaldığı çok büyük bir fâciâdır. Müslümanların hâfızasına unutulmaz acılar, ruhlarına çok derin izler ve kalplerine kahredici hüzünler nakşeden 10 Muharrem günü; bundan 1342 yıl önce meydana gelen, yüreğinde îman kırıntısı taşıyan her mü’minin ciğerini delen, vicdânını kaybetmemiş her insanı dehşete düşüren ve cümle Ümmet-i Muhammed’in gönlünü dilhûn eden bir “kerb-ü belâ”dır.
Kerbelânın hakkıyla anlaşılması, yeni kerb-ü belâların yeniden yaşanmaması, 10 Muharrem’in yalnızca şeklî ritüellere hapsedilmemesi için Kerbelâ fâciâsına ibret penceresinden bakmamız, tarih şuurumuzu canlı tutmamız ve Kerbelâ’yı irfânî bir anlayışla idrâk etmemiz gerekir. Zîrâ; “Tarih; sâdece geçmişi öğrenme ilmi değil, geleceği de kurma sanatıdır.”[2] Öyleyse dünkü olayların sebeplerini bilerek, aynı sebeplerin aynı neticeleri ortaya çıkaracağına müdrik olarak, tarihi tekerrür ettirmeyerek; yarınları dünkü yanlışlar üzerine kurmamak için, bugün o yanlışları izâle edip, fitne ve nifak tohumlarını ortadan kaldırarak, birlik ve kardeşlik şuuruna sâhip olarak yarınlarımızı inşâ etmemiz ve Kerbelâ’yı “kerb-ü belâ”dan âzâde kılmamız gerekir.
Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.)’in; Mekke’den Kûfe’ye gitmeden önce Mina’da îrâd ettiği son hutbeyi; “Rabbim benim şehâdetimi ümmetin vahdetine vesile kıl!” duâsıyla bitirmesini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Bu îtibarla 10 Muharrem’i; her yıl kin ve nefretin zirve yaptığı bir intikam yemini, lânetleme ve kamplaşma merâsimi ya da sâdece sîne dövmekle ihyâ edilecek ritüel bir anma töreni veyâ yalnız gam ve mâtemden ibâret duygusal bir seremoni olarak görmememiz; aslolanın menfi, sathî, şeklî ve hissî olmanın ötesine geçip hâdiseleri akıl, iz’an, irfan, ibret, sağduyu, vahdet, muhabbet, uhuvvet, birlik ve beraberlik şuuruyla değerlendirmemiz ve Kerbelâ’yı sâdece anmak değil, anlamamızın da şart olduğuna müdrik olmamız gerekir. İşte böyle bir irfânî anlayışla 10 Muharrem’in günümüze bakan yönlerini idrâk etmek için Kerbelâ’yı şuur plânında kavramamız; kin, nefret ve intikam duygularından arındırmamız, Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimizin ve Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın muhabbetinde bir araya gelip İslâm kardeşliğini yeni baştan pekiştirmemiz gerekir.
Ancak Müslümanların hâl-i pür melâline baktığımızda, ne yazık ki bunun böyle olmadığını, gönül coğrafyamızda; kanın, kinin, gözyaşının, savaşın, tefrikanın, cehâletin, sefâletin, adâletsizliğin, geri kalmışlığın, baskının ve zulmün kol gezdiğini, İmam Cafer Sâdık(r.a.)’ın asırlar öncesinden işâret ettiği gibi, bugün artık İslâm beldelerinde; “Her ayın Muharrem, her günün Âşûrâ ve her yerin Kerbelâ” olduğunu üzülerek görmenin hüznü ve karamsarlığı içindeyiz.
Gerçekten de İslâm Dünyası’nda; Müslümanların izzet ve onurun, tarihte hiç olmadığı şekliyle bugün bizzat birbirlerinin eliyle yok edilip oluk oluk kardeş kanının aktığını, nice mâsum mü’minin hayat hakkının siyâsî çatışmalara ve canlı bomba terörüne kurban edildiğini, milyonlarca insanın yerinden, yurdundan, evinden barkından ayrılmak mecburiyetinde bırakıldığını, mazlum, mahzun ve mağdur çocukların umutlarının, hayâllerinin ve istikbâllerinin yittiğini ve çağdaş kerb-ü belâların İslâm ülkelerinden hiç eksik olmadığını teessürle müşâhede etmekteyiz. Ne yazık ki bu olayların “mezhep mücâdelesi”ne (!?) istinat etti/rildi/ğini, bu çatışmalar ve savaşlar sebebiyle Sûriye, Irak, Lübnan, Yemen, Libya, Sûdan, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerin kan gölüne döndüğünü her gün televizyonların canlı yayında yüreğimiz kan ağlayarak izlemekteyiz…
Etrafımıza baktığımızda; Kerbelâ’nın âh u figanları üzerine güç ve iktidar inşâ etmeye çalışanların, mezhebini ve meşrebini İslâm’ın önüne koyan din ve siyâset bezirgânlarının, petro-dolarların gölgesinde safâ süren zâlim sultanların, âdâletten uzaklaşıp zulüm yağdıran saltanat sarhoşlarının kesâfet kesbettiği, zâlim idarecilerin baskısı altında inim inim inlerken, mazlumların ülkelerine “demokrasi” (!?) getiren despotlar mârifetiyle perişân edilip seslerinin kısıldığı İslâm âleminin günümüzdeki içler acısı hâli, ‘The New Kerbelâ’ değilse nedir? Gücü ve yönetimi elinde bulunduranların, îmandan, insanlıktan, ahlâktan ve vicdandan uzaklaştıkça hiçbir değer tanımamaları; iktidarlarını adaletsizliğe, zulme, kana ve katliâma dönüştürmeleri Yezîdleşmenin çağdaş bir versiyonu değil midir? Gönül coğrafyamızda yaşananlar ve yanı başımızda akan kardeş kanı bizim Kerbelâ’yı hiç anlamadığımızı göstermiyor mu? Bütün bunlar bize; -mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun- ümmet-i Muhammed’in, Kerbelâ’yı doğru okuyamadığını ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hiç ama hiç anla/ya/madığını çok açık olarak ortaya koymuyor mu?
Hâl böyle olunca yeni Kerbelâların fitne ateşi söndürmek için; zâlime, zulme ve adaletsizliğe rızâ göstermeyen Hüseynî tavır ve duruşu rehber edinmemiz ve Kerbelâ’nın, En Son Peygamber(s.a.v.)’in Sevgili Torunu tarafından günümüz için de yazılmış izzet, hikmet ve ibret dolu bir nübüvvet mektubu olduğunu aslâ unutmamamız gerekir… Aklımızdan çıkarmamamız gereken diğer bir husus ise; Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz ve arkadaşlarının uğruna can verdikleri ve hiçbir zaman izinden ayrılmadıkları yolun Hz. Muhammed Mustafâ(s.a.v.)’nın yolu olduğudur. Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in cânı pahasına yazdığı bu nübüvvet mektubundan mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun her Müslümanın alacağı çok önemli dersler vardır. İşte bütün bu sebepler ve sonuçlar dolaysıyla bizim asıl meselemiz Kerbelâ’yı “anmak” değil, “anlamak”tır.
Eğer bizler bu nübüvvet mektubunun mesajları “Allah’ın nûruyla bakan mü’min ferâsetiyle”[3] okusaydık; Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.)’in yürüdüğü îman ve irfan yolunun ne olduğunu hakkıyla idrâk etseydik / edebilseydik ve Kerbelâ’yı “akleden kalp”[4] ile anlasaydık / anlayabilseydik hâlâ kanayan yaralarımızın çâresinin de merheminin de ne olduğunu bilebilirdik. Ancak bizler Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hakkıyla anla/ya/madığımız, Kerbelâ’dan gerekli dersleri çıkar/a/madığımız, geçmişte de günümüzde de aynı yanlışlara düştüğümüz, “bir yılan deliğinde iki kere”[5] değil asırlardan beri binlerce kez ısırıldığımız gün gibi âşikâr değil midir?
Hâl böyle olunca tekrar aynı hatâlara düşmemek adına yapmamız gereken en önemli şey; Kerbelâ’yı şuur pânında idrâk etmemiz, yeni 10 Muharremlerin yaşanmaması için “akl-ı selîm” ile meseleleri değerlendirmemiz, Kerbelâ’da şehâdet ile yazılan nübüvvet mektubunu ibret nazarıyla ve Hüseynî bir anlayışla tekrar tekrar okumamız gerekir.
Kerbelâ’yı anlamak; “..İnnemel mü’minine ihvetün..”[6] (Mü’minler ancak kardeştir) hükm-i İlâhisini kâmil mânasıyla hayata geçirip kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirmek, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in, asırlar öncesinden günümüze ışık tutan “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır”[7] îkazını ete kemiğe büründürmek ve Hz. Ali (k.v.) Efendimiz’in; “İnsanlar ya dinde kardeş, ya da hilkatte eştir”[8] hikmetli ifâdesini rehber edinmektir. Dünyada ve gönül coğrafyamızda oluk oluk akan kanı durdurmak ve ülkemizde de son saldırılarla tutuşturulmaya çalışılan fitne ateşini söndürmek için; etnik ve mezhebi fitneleri körükleyenlerin, siyâsî ihtiraslar uğruna her türlü ihtilafı çatışmaya vesîle edenlerin, Tâgûtî düzenlerinin ve saltanatlarının devamını her şeyin üstünde görenlerin değirmenine su taşımamak için Kerbelâ’yı ibret nazarıyla okumamız ve hakkıyla anlamamız gerekir.
Kerbelâ’yı anlamak; Allah Resûlü(s.a.v.)’nün üzerindeki toprak kurumadan, Peygamber Nesli’nin bir kısmı henüz yeryüzünden çekilmeden; saltanat hırsının, kabile-kavim asabiyetinin, mal-mül-makam ve mevki iştihasının nasıl İslâm’ın mukaddes değerlerinin ve Peygamber hâtırasının önüne geçtiğini idrâk etmek, Müslümanların neden bu hale geldiğinin sebeplerini “efrâdını câmî, ağyârını mânî” olarak ortaya koymak, mezardakilerin pişman olduğu; şirk, küfür, insan öldürme, zulüm, düşmanlık, dünyaperestlik, nefsânîlik, asabiyecilik, fâsıklık vs. gibi cürümleri, bâtıl ve yanlış işleri yeniden icrâ etmemek, yeni pişmanlıklar ve düşmanlıklar üretmemektir.
Kerbelâ’yı anlamak târihî acılardan yeni acılar devşirmemek, hüzünleri yeni hazanlara tebdîl etmemek ve yüreklerimizi “sahrâ-yı Kerbelâ”ya dönüştürmemek için; Kerbelâ’nın geleceği inşâ eden bir mektep olduğunu bilmek ve bu okulun hikmet öğretisiyle gönül kapılarımızı ardına kadar bütün mü’minlere açmak Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in sâdece yasına değil, Hüseynî duruş mîrasına da sâhip çıkmaktır.
Kerbelâ’yı anlamak; 10 Muharrem’den; öfke, kızgınlık, tefrika, nefret ve kan dâvâsı üretmek değil; sağduyu, sekînet, müsamaha ve muhabbet tedrîs etmek; ayrılık, düşmanlık ve çatışma değil, birlik, beraberlik ve dayanışma tesîs etmek, her türlü kutuplaşmayı bir tarafa bırakıp kesretten vahdete kapılar açıp köprüler kurmak, kardeşlik şuurunu ayağa kaldırıp Müslüman yürekleri tek bir vicdâna dönüştürmektir.
Kerbelâ’yı anlamak; Muharrem’in hatırına muhabbete kin katıp, yüreklere yeniden kin ve nefret tohumları ekmek değil; Muhammedî muhabbeti çoğaltarak kîni Muharrem’de eritmek ve “acıyı bal eylemek”tir.
Kerbelâ’yı anlamak; eskilerin tâbiriyle; “Buğz-ı Muaviye’de değil hubb-i Ali”de birleşmek; yâni Muaviye’ye kin besleyerek içimizi karartmak yerine, Hz. Ali (k.v.) sevgisiyle gönüllerimizi gül bahçesine çevirmektir.
Kerbelâ’yı anlamak; Şühedâ-i Kerbelâ’nın Şiâ’nın tekelinde olmadığını ve Kerbelâ fâciâsını yapan / yaşatan zalimlerin ise aslâ Ehl-i Sünnet’i temsil etmeyip ‘ehl-i cinnet’ olduğunu bilmektir.
Kerbelâ’yı anlamak; İmâm-ı Şâfi’î’ (r.a.) Hazretlerinin; “Allâhü Teâlâ, bu kanlara ellerimizi bulaştırmaktan bizleri korudu. Biz de dillerimizi bulaştırmaktan kendimizi korumalıyız.” hikmet dolu uyarısını rehber edinmenin yanında, “geçmişten hisse kaparak” aynı hatâlara bir kere daha düşmemek için irfânî bir şuurla 10 Muharrem’i idrak etmektir.
Kerbelâ’yı anlamak; kişileri değil, zihniyetleri sorgulamak, hâdiseleri kutsamak değil kavramak, nefret etmek değil ibret almak, Yezîd’e daha çok lânet etmede değil, Kerbelâ Şehitlerine rahmet talebinde yarışmak ve Hüseynî duruşu hakkıyla yaşayıp ve yaşatmak için akıl ve gönül teri dökmektir.
26 Temmuz 2023 / 8 Muharrem 1445
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)
[1] Buhârî, Menâkıb, 22
[2] Troçke
[3] Tirmîzî, Tefsirü’l-Kur’an, 16; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, I, 24
[4] Kâf, 50/37
[5] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 6
[6] Hucûrat, 49/10
[7] Ahme b. Hanbel, Müsned, IV, 375
[8] Mısır Vâlisi Mâlik Eşter en-Neha-î’ye yazdığı mektuptaki ifâde