Kerbelâ’yı anlamak; “akîde” (îman ve inanç) için mücâdele edenlerin peygamberlerden sonra bir insanın çıkabileceği en yüksek makam olan şehâdet mertebesine yükseleceğinin; “kabîle” (kavmiyet ve asabiyet) ve “ganime-t” (mal, makam ve mevkî) uğrunda inançlarını zâyi edenlerin de insanın o en zelil çukura, Kur’ân’ın “esfel-i sâfîlîn”[1]* diye ifâde ettiği ve Cehennemin en dehşetli azap yeri olan Gayyâ Kuyusu’na yuvarlanacağının da farkına varmaktır.
Kerbelâ’yı anlamak; Hüseynî duruşu rehber edinmek ve bu duruşun “üsve-i hasene”si[2]* olan Hz. Muhammed Mustafâ(s.a.v.)’nın hayatıyla en mükemmel bir biçimde temsil ettiği “akîde”yi baş tâcı eylemek; Hz. Hüseyin(r.a.)’e, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya ve muhibbân-ı Gül-efşân’a zulmedenlerin, onları sahra-yı Kerbelâ’da aç susuz bırakanların ve hunharca şehit edenlerin elde etmek istedikleri haram üzerine binâ edilmiş “gânime-t”i de, Allah(c.c.)’ın ve Resûlulah(s.a.v.)’ın yasakladığı “kabile”ciliği de sorgulayıp, İslâm’a aykırı olan her şeyi hayatımızdan çıkarmaktır. İşte bu üç hâlin; “akîde”nin, “kabile”ciliğin ve “gânime-t”in muhâkeme ve muhasebesini Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre yaptığımız ve 10 Muharrem’e de bu açıdan baktığımız zaman; Kerbelâ’yı bir mektep olarak görür, ondan gerekli dersleri alır ve Hz. Hüseyin (r.a)’in “akîde”yi, Yezîd’in “kabile”yi, Ömer b. Sad’ın ise “ganime(t)”i temsil ettiğini, bu üç damarın dün olduğu gibi bugün de yaşadığını “ilme’l-yakîn” olarak idrâk eder ve “ayne’l-yakîn” olarak da müşâhade ederiz.[3] İşte o zaman kerb-ü belâyı anmanın ötesine geçer ve Kerbelâ’yı hakkıyla anlamış oluruz…
Ve şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; H. 10 Muharrem 61 / M. 10 Ekim 680’den beri zamanın değiştiğini, mekânın değiştiğini, imkânın değiştiğini, ilim ve irfânın değiştiğini, ancak dünyadaki çekişme ve savaşların müsebbibi olan bu üç unsurun; “akîde”nin, “kabile”ciliğin ve “gânime-t”in şekil ve isim değiştirse bile esas îtibâriyle ve muhtevâ olarak değişmediğini görürüz. Hâl böyle olunca da Ârif Nihat Asya’nın o muhteşem Naat’ındaki;
“Diller, sayfalar, satırlar
‘Ebû Leheb öldü’ diyorlar;
Ebû Leheb ölmedi yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor…”[4]
dizeleri hatırlar ve biz de ‘İbn-i Ziyadlar, Ömer bin Sa’d’lar ölmedi, Yezîdler kıt’alar dolaşıyor’ demekten kendimizi alamayız. Çünkü Kerbelâ, yaşanmış ve tarihte kalmış bir olay ve Yezîdler, İbni Ziyadlar ve Ömer bin Sa’dlar geçmişte kalmış kişiler değildir. Bu îtibarla aslolan; Alevîsiyle, Sünnîsiyle hepimizin; aslâ şehvet sapkını ve sarhoş bir yaratık olan Yezîd bin Muyaviye gibi saltanat peşinde koşup, “kabîle”cilikte zulmün zirvesine çıkarak Yezîdleşmemek; mal-mülk-makam ve mevkî hırsıyla nefs-i emmâreye boyun eğen dünyaperest Ömer b. Sa’d gibi zulüm çarklarına dişli olup “ganime-t” için zâlimleşmemektir. Ve asıl meselemiz Kerbelâ’yı kâmil anlamıyla idrâk ederek, Hüseyni kıyâmın dayandığı meşrûiyeti bilerek hareket etmek ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in; îmanını, inancını, ibâdetini, ihlâsını, ilmini, irfânını, takvâsını, tevekkülünü, teslimiyetini, muhabbetini, samîmiyetini, izzetini, cesâretini, şehâmetini, ahlâk, erdem ve fazîletini yâni “akîde”sini kuşanmaktır.
Burada bir parantez açalım ve kendi nefsimiz için de bir durum muhâkemesi yapalım: Maalesef bugüne kadar, İslâm Dünyası’nda yaşanan olaylara baktığımızda suçu hep başkalarında aradık, hep dış güçlerin oyunlarından bahsettik ve hep Yahudilerin, Nasrânîlerin sinsi emellerine atıflar yaptık… Elbette bunlarda haklılık payı vardır; ama artık bir kere de kendimize bakıp nerede hatâ yaptığımızı da sorgulamamız, Rahmeti Dündar Taşer’in veciz bir şekilde ifâde ettiği; “Durum muhakemesine düşmandan başlanmaz” hükmünü de hatırlamamız, bu îkaz doğrultusunda öz eleştiri yapmamız ve bu elim gidişâta dur demek için hatâlarımızı, yanlışlarımızı ve günahlarımızı da görmemiz gerekmez mi? Bir kere daha Kerbelâ’nın bugüne bakan mesajlarını akıl, îzan, irfan, sağ duyu ve objektif bir bakışla şuur penceresinden ibret nazarıyla okumamız, bir kere daha Kerbelâ’yı hakkıyla anlamaya çalışmamız ve kendi yanlışlarımıza daha çok kafa yormaya başlamamız îcap etmez mi? Hâşâ, İslâm’da hiçbir yanlışlık olmadığına göre; biz Müslümanların düşünce dünyalarında bir çarpıklık, dînî meseleleri yorumlamalarında bir eksiklik, “İslâm’ın önüne koydukları kimlikler” ve bu kimliklere bakış açılarında bir hatâ; ilmî, siyâsi, sosyal, ekonomik, ahlakî ve kültürel alanlarda önemli bir irtifâ kaybı, vasattan ve îtidâlden uzaklaşmada bir aşırılık, mezheplerin birbirine bakışında bir şaşılık olduğu tartışma götürmez bir gerçek değil mi? Öyleyse bu kötü gidişâtı durdurmak ve yeni Kerbelâların zehirli meyveler vermesinden kurtulmak için yapmamız gereken öncelikli işimiz; İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife (k.s.) “Ehl-i kıble tekfir edilmez”[5] düsturunu teoriden pratiğe aktarmamız, “Müslümanım” diyen herkesi İslam dairesinde görmemiz, hiç kimsenin bir başkasını İslâm’dan çıkartma yetkisinin olmadığını hatırlamamız, İslâm’ı kurtarma sevdâsından vaz geçip, İslâm’la kurtulmak için Muhammedî ölçülere dönmemiz ve mezhebi, meşrebi, mektebi, dili, ırkı, kültürü, coğrafyası ne olursa olsun dünyadaki bütün Müslümanları ortak bir gönül dilinde ve müttefik bir sevgi kültüründe bir araya getirmemiz gerekmez mi?
10 Muharrem’den tarihe sızmış olan kin, nefret ve intikam tohumlarını; ibret, vahdet ve muhabbet meyvelerine dönüştürmemiz, Kerbelâ’yı ideolojileştirmeden, onu ders alınacak bir mektebe ve kardeşlik ekolüne çevirmemiz; -Şiâsı, Alevîsi, Sünnîsi- hepimiz için; sükûnet ve sağ düyuyla düşünerek, sâdece hissederek değil, akletmeye de gereken önemi vererek meseleleri değerlendirmemiz ve “dinde kardeş, hilkatte eş” olduğumuz şuuruyla nifak tohumlarını kurutmamız, fitne rüzgârlarına mânî olmamız ve ‘New Kerbelâlar’ın yaşanmaması için akılcı çözümler üretmemiz hepimiz için çok önemli bir mükellefiyet ve şartın ötesinde bir mecburiyet değil mi?
Hâsıl-ı kelâm Kerbelâ’yı anlamak; dalâletten hidâyete, kesretten vahdete, husumetten muhabbete, zilletten izzete, nefretten ibrete, lânetten meveddete, adavetten uhuvvete, zulmetten saâdete, vahşetten fazîlete, meskenetten cesârete, döneklikten sadâkate, ihanetten şehâdete, esaretten hürriyete, ganimetten hakikate, asabiyetten adâlete, dünyevî servetten ebedî ticârete giden kutlu yolu, doğru istikâmeti bulmak, yüzyıllardır bu topraklarda zâlimin, fasığın ve korkağın adının Yezid, mazlumun, muttakînin ve şehitler serdârının adının Hüseyin olduğunu bilmek ve her hâlimizle Hüseynî olmaktır… Kerbelâ’yı anlamak; Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hakkıyla tanıyıp her hâliyle örnek almak; Hüseyince görmek, Hüseyince durmak, Hüseyince davranmak, Hüseyince yaşamak ve hesâbî değil, hasbî olana sâhip çıkıp Hüseynî bir duruş ortaya koymaktır.
Zâten Hüseynî duruş; Hakk’a inanmak, Hakk’a güvenmek, Hakk’a dayanmak, Hakk’ı savunmak, haklı olmak ve sonuna kadar haklı kalmaktır.
Hüseynî duruş; Kur’ânî ölçüleri, Muhammedî ahlâkı, Haydâr-ı Kerrâr yiğitliğini, ilmî ve irfânî güzelliklerini hayat/ımız/a taşımaktır.
Hüseynî duruş; haksızlık karşısında susup “dilsiz şeytan”[6] olmayıp, “eliyle ve diliyle [7] müdahil olmayı, zâlimlere karşı doğru bildiklerini eğip bükmeden yiğitçe söyleyerek; “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker”[8] (İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma) düsturunu her durum ve her şartta dile getirmeyi, “En büyük cihâdın zâlim idarecinin yüzüne hakkı haykırmak”[9] olduğunu bilmeyi “kâl” olmaktan çıkarıp “hâl”e dönüştürmek, en samimi duygularla zâlimlere karşı kıyâm etmek ve
“Yâre-i aşk ile âh eyle sen dem-be-dem,
Her Hüseynî meşrebe Kerbelâ’dır bu âlem.”[10]
diyebilmektir.
Hüseynî duruş; önce Hüseynî inanç, şuur ve irâdeyi, sonra Hz. Hüseyin(r.a.)’in yasını tutmayı, hüznünü ve ağlamayı gerekli kılmalı, bir başka ifâdeyle Hüseynî duruş; önce Hüseynî ahlâk, amel ve eylemi, sonra his, duygu ve söylemi öne çıkarmalıdır.
Hüseynî duruş;
“Çemenzârı inciten her belâdan uzak dur
İçindeki bin yüzlü Kerbelâ’dan uzak dur”[11]
diyen şâir sözünü hayat düsturu yapmak ve nefs-i emâreden nefs-i kâmiline giden zorlu yolu hakkıyla tamamlamaktır.
Hüseynî duruş; zalimin tam karşısında dururken mazlumun yanında yer almayı, zulme ve adaletsizliğe karşı sonu şehadetle biten bir kıyâma baş koyarken; “Kim var? diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan ‘Ben varım! ‘Cevabını vermeyi, ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyen bir dâva ahlâkına”[12] sahip olmayı gerektiren ve bileği “alp”, gönlü ve yüreği “eren” olanlara masus bir fazîlet ve şehâmet destânıdır.
Hüseynî duruş; ölümü öldürmek için ölümsüzlük sâhiline atılmış ölümüne bir adımdır.
Hüseynî duruş; zâlimlerin aşamadığı dağ, mazlumların nasiplendiği bağ ve kıyâmete kadar insanlığın ufkunu aydınlatacak Muhammedî bir çerağdır.
Netice olarak şunu ifâde etmemiz gerekir ki; kıt’alar dolaşan zâlim Yezidler, ihânet eden Kûfeler ve “gânime-t” (mal, makam, mevkî) için alçalan Ömer b. Sa’dlar vâr oldukça; evvel Allah, bu mazlum ümmetin ve bu aziz milletin kıyâmete kadar îmânını bir kor gibi elinde ve yüreğinde taşıyan Hüseynîleri de bitmez, şehitleri de tükenmez…
Ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Varlık Sebebimiz, İki Cihan Serverimiz, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’ya, onun âline, ashabına, şehitlerin serdarı, “Seyyidü’ş-şüheda” Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’e, “Şühedâ-i Kerbelâ”ya ve bütün şehitlerimize salât ü selam olsun ve onlara kıyâmete kadar her dem “Fâtihalar, Yâsînler…” gelsin…
Kerbelâ’yı hakkıyla anlayanlara ve Hüseynî bir duruş ortaya koyanlara da gönül dolusu selâm olsun diyor ve hatm-i kelâmı da yıllar önce kaleme aldığım bir dörtlükle yapıyorum:
Yâd ettim Kerbelâ’yı bir efkârlı dem geldi
Göze nem, gönle elem, kalbime mâtem geldi
Kan ağlayan Güneş’in hüznü ufka değince
Kızıla döndü şafak Mâh-ı Muharrem geldi.
28 Temmuz 2023 / 10 Muharrem 1445
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Tîn, 95/5; *Aşağılar aşağısı
[2] Azhâb, 33/21; * En güzel örnek
[3] 2011 yılında kaybettiğimiz İslâm Dünyası’nın ünlü filozofu Faslı Muhammmed Abid el-Cabirî; “Felsefî Mîrasımız ve Biz” ve “İslâm’da Akıl” isimli makâlesinde Efendimiz’den sonraki İslâm’ın siyasal tarihini incelediğimizde “akîde” (îman ve inanç); “kabîle” (kavmiyet, âile, asabiyet) ve “ganime-t” (mal, makam, mevkî) kavramlarını doğru biçimde anlamamız ve bu kavramların gölgesinde yaşanan olayları değerlendirmemiz gerektiğini yazmaktadır.
[4] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, 62-74
[5] İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, 58
[6] İbn-i Kayyım, el-Cevâbu’l-Vafî,136
[7] Tirmîzî, Fiten, 11; İbni Mâce, Fiten, 20
[8] Âl-İ İmrân, 3/104
[9] Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmîzî, Bey’at 37
[10] Ârif Hikmet Gökoğlu
[11] Nûrulah Genç, Uzak Dur
[12] Necip Fâzıl Kısakürek, Gençliğe Hitâbe