Zamâna ve mekâna sığmayan bir sevgi hitâbı… “Anam-babam Sana fedâ olsun Yâ Resûlallah” ikrârının muhâtabı… Ümmetin gönlünde şehbâl açan İlâhî aşkın mihrâbı… Âlem-i Ervah’ta kâinât ufkuna yazılıp, nûru gönüllere yansıyan bir güzîde mektup… Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olan, varlıklar içinde “Habîbullah” sıfatını alan yegâne mahbûb… Ve “Gül” remziyle târif edilen “En Sevgili…”
“Gül” sevgisi öyle ihtişamlı bir aşktır ki, ezelden ebede hiçbir varlık O’nun gibi sevilmedi, O’nun gibi sevdirilmedi ve hiç kimse insanlığı O’nun kadar sevindirmedi. “Gül”den gayrı hiç kimse “Makâm-ı Mahmûd”[1]a yükseltilmedi. “Gül” aşkından başka bir sevgiyle insanoğlunun yüzü hiç bu kadar gülmedi. Sevgisi, seher vakti açan gül kadar canlı ve taze olan ikinci bir insan daha dünyaya gelmedi. Ve hiçbir insan “Gül” kadar sevgili olmadı.
Hiç şüphesiz; Allah(c.c.)’tan sonra sevgiye en lâyık olan “Gül”dür… Hilkat ağacının hem çekirdeği, hem de çiçeği olan “Gül”, kâinâtta eşi ve benzeri görülmemiş büyük bir aşkla sevilmiştir. “Gül” aşkı; İlâhî sevdânın bestesi, semâvî aşkın güftesi ve Bezm-i Elest’in muhabbet nefesidir. “Gül” aşkı; ruhları îman ateşiyle tutuşturan, beşeriyeti “sırât-ı müstakim”le buluşturan ve “akleden kalbi”[2] Mâverâ sâhiline ulaştıran uhrevî bir sevgidir. Bu sevgi sâyesinde; kalpler uyanır, sîneler gerçek aşkı tanır, gönül burçlarında Muhabbetullah sancağı dalgalanır. Hâsılı “Gül” sevgisi; zihinlerimize Mârifetullah ufkunu açan ve bizleri cennet-âsâ baharlara kavuşturan âsûde bir aşk iklimidir. Zâten Allah (c.c.)’ın Son Peygamberi, Hakk’a giden yolların en mükemmel rehberi, “Gül Devri”nin öncüsü ve önderi olan Efendimiz’i sevmek farzdır, Kur’ânî bir emirdir ve îmanın şartlarından birisidir. Bu mevzûda Yüce Rabbimiz; “..(Ey Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..”[3] diye buyurmaktadır. Gözleri ve gönülleri Muhabbetullah sürmesiyle sürmeleyen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) hakkında nâzil olan bâzı âyet-i celîlelerde ise şöyle buyurulmaktadır:
“..Kim Resûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur..”[4]
“..Ey îman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itâat edin, işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin..”[5];
“..Her kim Allah’a ve Resûlü’ne itâat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir..”[6];
“..Peygamber’e itâat edin ki merhamet göresiniz..”[7];
“..Allah’a ve Resûlü’ne itâat edin ki rahmete kavuşturulasınız..”[8];
“..Ey îman edenler! Allah’a itâat edin, Peygamber’e itâat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın..”[9]
“..Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salâvât getirirler. Ey Mü’minler! Siz de O’na salâvât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin..”[10]
“..Müminlerin, Peygamber’i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir..”[11]
Bütün bu âyet-i kerîmelerden anlaşılmaktadır ki, Cenâb-ı Allah; Habîbullah’a gösterilen itâati, O’na duyulan saygıyı ve “Gül”e beslenen sevgiyi Zât’ıyla eş anlamlı saymaktadır. Bu îtibârla “Gül”ü çok sevmek, O’na dünyadaki her şeyden daha fazla muhabbet beslemek, îmanın ta kendisidir. Bu hususta Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm da: “Sizden biriniz, beni; anasından, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil mânâda îman etmiş olamaz.”[12] diye buyurmaktadır. Bu sebeple bütün Allah Dostları; “Resûlullah’a duyulan muhabbetin derecesi, îmanın ölçüsüdür.” demişler ve “Hakk’a sevginin yegâne miyârının da Allah Resûlü(s.a.v.)’ne aşk ile tâbî olmaktan geçtiğini” çok net bir biçimde ifâde etmişlerdir.
Ve bizim de şunu çok iyi bilmemiz gerekir ki, “Gül”e duyulan sevginin derecesi; Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre bir hayat yaşamakla, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün ahlâkını hayatımızda yaşatmakla ve Efendimiz’in yolundan gitmekle ortaya koyulur. Çünkü seven. sevdiğine tâbî olur… Ehl-i dilin dediği gibi; “Habîbin her şeyi mahbubtur…”
“Gül”ü severiz, çünkü Allah (c.c.) O’nu sevdi. “Gül”ü severiz, çünkü Allah (c.c.) O’nu sevdirdi. “Gül”ü severiz, çünkü Allah (c.c.) O’nunla bizi sevindirdi. “Gül”ü severiz, çünkü Allah (c.c.) O’nu sevmemizi emretti. “Gül”ü severiz, çünkü Allah (c.c.) O’nun “şânını yüceltti.”[13] “Gül”ü severiz, çünkü Allah (c.c.) O’nu seçti. “Gül”ü severiz, çünkü O bizlere vahyi tebliğ etti. “Gül”ü severiz, çünkü O insanlığa ebedî saâdet yolunu gösterdi.
“Gül” sevgisiyle; îmanın zevkini bütün hücrelerimizde tatmak ve gönülleri aşka getiren Muhammedî muhabbetimizi âşikâr etmek için, O’nun; kulluğundan resûllüğüne, sîretinden sûretine, hayatından insâniyetine, ahlâkından fazîletine, cömertliğinden cesâretine, adâletinden merhametine, ahde vefâsından samîmiyetine, tevâzuundan nezâketine… kadar bir değil, binlerce kesbî ve vehbî sebep vardır. Fakat Allah (c.c.), O’nu seçtikten, sevdikten ve sevilmesini emrettikten sonra; “Gül”ü sevmek adına ifâde ettiğimiz bu özellik ve güzellikleri sıralamak bile belki de zâittir. Şurası çok açık bir gerçektir ki, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gösterdiği yol tâkip edilmezse Müslüman olunamaz. Çünkü O, Allah’ın Sevgilisi ve İlâhî aşkın mayasıdır. Çünkü O, îman dâiresinin kapısı ve Muhabbetullah’ın anahtarıdır. Yâni Peygamber sevgisi bir anahtar sevgidir; ufuk açan, yol gösteren bir sevgidir ve O’nu sevmekle “Mutlak Sevgili”ye ulaşılır. Çünkü “Gül” aşkı; Rabbânî bir sevgidir ve Hz. Peygamber(s.a.v.)’i sevmek, Rabbimiz’i sevmek demektir…
Ayrıca şunu da ifâde etmemiz gerekir ki, Allah (c.c.) tarafından insanlığa son peygamber olarak gönderilen Nübüvvet Gülzârının Emsâli Olmayan Gülü’ne ümmet olmak ve O’nu “En Sevgili” bilmek hem çok büyük bir bahtiyarlık, hem de çok büyük bir şereftir. Bu şerefe nâil olan ve îmanın zevkini tadan bütün mü’minler, Rahmet Peygamberi(s.a.v.)’ni elbette cânından, cânânından daha çok sevecek; elbette O “Gül” bize; her şeyden çok daha kıymetli gelecek ve elbette “Şâh-ı Rüsûl” bizim için herkesten çok daha sevgili olacaktır…
Merhum Hasan Basri Çantay bir “Na’t-ı Şerîf”inde “Gül” aşkını:
“Sevdim seni hep cânlara cânân diye sevdim.
Bir ben değil âlem sana hayrân diye sevdim.
Ecrâm-ı felek, levh u kalem mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân diye sevdim.
Mahşerde nebîler bile Senden medet ister,
Gül yüzlü melekler Sana hayrân diye sevdim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana Cennet bile hicran diye sevdim.
Ta arşa çıkar, her gece âşıkların âhı,
Âsîlere lütfun yüce fermân diye sevdim.
…
Evlâd ü iyâlden geçerek Ravza’na geldim,
Evsâfını methetmede Kur’ân diye sevdim.
Kıtmîr’inim ey Şah-ı Rüsûl, kovma kapından,
“Âlemlere rahmet” dedi Rahmân diye sevdim.”
dizeleriyle dile getirmiştir…
Kâinâtın Solmayan Gülü’ne duyulan sevgi, bütün varlıklarda tecellî etmiş; canlı-cansız cümle nesneler, Allah Resûlü(s.a.v.)’ne karşı sevgi beslemiştir. Eline aldığı taşların Allah(c.c.)’ın adını zikretmesi, çağırdığı ağaçların dâvetine icâbet etmesi, bir bulutun O’na devamlı gölge olması, kuru bir hurma kütüğünün O’nun hasretiyle hıçkırıklara boğulması, bütün varlıklarda vârolan “Gül” sevgisinin tezâhürlerinden sâdece birkaçıdır.
Habîb-i Ekrem; dünyada emsâli görülmemiş bir aşkla, nâmütenâhî bir iştiyakla, uçsuz-bucaksız bir muhabbetle sevilmiştir. O’na en büyük sevgiyi ve saygıyı hiç şüphesiz Sahâbe-i Güzîn göstermiştir. “Gül Devri”nde gönülden gönüle yayılan ve Sahâbe-i Kirâm’da kemâlini bulan bu muhteşem sevgi; îmanla müşerref olan mü’minlerin kalplerini hidâyete erdirmiş ve gönüllerini “Gül” aşkıyla ihtizâza getirmiştir. Efendimiz’e ümmet olma şerefine kavuşanlar O’nun nûruna pervâne olmuşlar, Hz. Muhammed(s.a.v.)’i her şeyin üstünde bir muhabbetle sevmişlerdir.
Ve Allah(c.c.)’ın nûruyla ışıyan mü’min kalplerde hep O’nun aşkı şehbal açmış, gönüller hep O’nunla dolup taşmış, Resûlullah sevdâsı zamanın ve mekânın müntehâsına ulaşmıştır. “Gül”e âşık olanlar; O’nun tebliğ ettiği din uğrunda akıl almaz çileler çekmişler, mallarını, kanlarını ve canlarını hiç göz kırpmadan seve seve fedâ edip destanlaşmışlardır.
“Gül”ün Hakk’a vuslatından yüzlerce ve hattâ binlerce yıl sonra dünyaya gelen ümmet-i Muhammed, O’nun ismi yâd edilince târifsiz bir muhabbet duymuş, kalpler büyük bir aşkla kıyama durmuş ve yanaklar gözyaşına doymuştur/doymaktadır. 7’den 70’e bütün mü’minler, minnacık bir kalbin sâhibi olan sabîlerden, taşlaşmamış ama ihtiyarlamış bir yüreği sînesinde misâfir eden aksakallılara kadar bütün Müslümanlar, “Gül” aşkıyla aşka gelmiştir/gelmektedir. Çünkü O “Gül”; aşkıyla yandığımız, salâvât getirip andığımız, her hâtırasının bir teberrük olduğuna inandığımız Sevgililer Sevgilisi’dir. Çünkü O “Gül”; kâinâtın nûru, kalplerin sürûru, dertlerimizin dermânı ve kurtuluşumuzun fermânı olan Sevgi Serdârı’dır. Çünkü O “Gül”; nâmütenâhî tefekkürü, Ashâbıyla tezekkürü, Yaradan’a teşekkürü ve yaratılana tebessümü zirvede olan Ebedî ve Ezelî Sevdâ Sultanı’dır. Bu dünyada “Gül”den başka hiçbir insan böyle bir aşkı yaşatamamış ve ümmet-i Muhammed dışındaki hiçbir toplulukta da böyle bir sevgi yaşayamamıştır.
İdeâllerini ve hayâllerini “Gül”le süsleyen, duygu ve düşüncelerini “Gül”le besleyen, zamanı ve mekânı “Gül”e yaslayan, duâ ve zikirlerini “Gül” kokulu şebnemlerle ıslayan Müslüman yürekler; “Gül” aşkını aslî hüviyetiyle kuşanmak, “Gül” kokusunu bütün hücrelerine kadar solumak ve kalp atışlarına “Gül” sevgisiyle ritim vermek mecbûriyetindedir. Elbette bu mecbûriyet içindeki hasret kervanları “Gül”e doğru yol alacaktır… Çünkü hayat hasretsiz, hasret sevgisiz, sevgi de “Gül”süz yaşanmaz/yaşanamaz… Çünkü bizim için yaşamak; O’nsuzken bile “Gül” aşkıyla hemhâl olmak, hayatımızı “En Sevgili”nin muhabbetiyle anlamlı kılmak ve “Gül”ün gölgesinde Hakk’ın rızâsını bulmaktır.
Gözlerden dökülen rahmet damlalarıyla yıkanmış mutmain bir kalbin pervâne olduğu aşk, Muhabbetullah’tır. Muhabbeti, Muhammed(s.a.v.)’den öğrenip, O’nu rehber edinerek Muhabbetullah’a yol bulanlar; kalplerinde Hakk’ın Habîbine ismiyle müsemmâ bir sevgi besler ve bu sevgi anahtarıyla Mâverâ’ya giden yollardaki bütün kilitli kapıları kolaylıkla açarlar. Elbette Rızâ-i Bâri’ye erişme yolu; Hakk’ın en sevdiği kul ve Resûl olan Hz. Muhammed(s.a.v.)’e muhabbetten geçer. “Gül”e duyulan muhabbetin ölçüsünün de Kur’ân’a ve sünnete sımsıkı bağlanıp, onları hayat nizâmı yapmaktan ve gönül saffetiyle Muhabbetullah’a ulaşmaktan geçtiği, hâsılı kelâm Muhabbetullah ufkuna vâsıl olmanın Muhabbet-i Resûlullah’la mümkün olduğu âşikâr bir gerçektir.
Fakat bizler, bu gerçeklerin çok ama çok uzağında olduğumuzu gâyet iyi biliyoruz. Bizler; her türlü günahımıza, liyâkatsizliğimize, vefâsızlığımıza, acziyetimize, sığlığımıza ve “Muhammed Ümmeti” sıfatına lâyık olamamamıza rağmen Allah(c.c.)’ı ve Resûlullah(s.a.v.)’ı çok seviyoruz. Hakk’ın rahmet ve mağfiretinden, Habîb-i Edîbi’nin şefkat ve şefâatinden başka tutunacak bir dalımızın olmadığını da müdrikiz.
Yüreklerimiz para ile paralansa bile, gönüllerimiz mâsivâ ile yaralansa bile, kalbimizle dilimizin arası alabildiğine aralansa bile, her şeye rağmen Hakk’ın ismi anılınca ve “Gül”ün adı duyulunca “Gül” Yetimleri’nin yüreği hâlâ titremeye devam ediyor…
“Ey Sevgili!.. En Sevgili!..” Sen yetim büyüdün, yetimlerin hâlini bilirsin. Yetimlere merhamet edilmesini bizlere öğreten Sensin. Biz “Gül” Yetimleri’nin de yüzünü ancak Sen güldürürsün. Yetimlerin başını okşayan O mübârek elinle, “Gül” Yetimleri’nin buz tutmuş yüreklerine de, ne olur lütfedip bir dokun… Ne olur, şefâatinle kalplerimizi şâd eyle, aşkınla gönüllerimizi âbâd eyle Efendim…
Rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun dizeleri hâlimize ne de güzel tercüman oluyor:
“Ben, Resûl-i Kibriyâ’nın bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım!..”
[Ben Hz. Muhammed (s.a.v.) için ağlayan bir bülbülüm;
Gerçi günahkârım, amma Hz. Muhammed Mustafâ(s.a.v.)’nın hayranıyım.]
Allahım!.. Hâlimiz âyan Sana!.. Câhil cesâretli oluyor, gönül ferman dinlemiyor. Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’a lâyık bir ümmet olmadığımızı/olamadığımızı biliyor ve mücrim hâlimizden utanıyoruz. “En Sevgili”den asırlarca uzak, sevdâsına an kadar yakın duran âciz bir kalbin perîşân hâliyle “Gül”ü seviyoruz…
Cenâb-ı Hakk’a “Sevgili” olan “En Sevgili”ye sevgili olmayı Rabb’imizden niyâz ediyor ve Hüdâyî Hazretleri’nin diliyle “Biz mariziz, tabîbimiz Sensin / Biz muhibbiz, habîbimiz Sensin” diyoruz.
“Gül”ü sevdirdin bize; bizi Sen de sev, “Gül”e de sevdir Yâ Rabbî!..
Ve bizler, Seni çok sevdiğimiz için “Gül”ü de çok seviyoruz; “Şâhid ol Yâ Rab!.. Şâhid ol Yâ Rab!.. Şâhid ol Yâ Rab!..”[14]
“Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.”
Esselâmü aleyke Yâ Resûllallah.
***
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] İsrâ, 17/79
[2] Kâf, 50 /37
[3] Âl-i Îmrân, 3/31
[4] Nisâ, 4/80
[5] Enfâl, 8/20
[6] Nûr, 24/52
[7] Nûr, 24/56
[8] Âl-i İmrân, 3/132
[9] Muhammed, 47/33
[10] Ahzâb, 33/56
[11] Ahzâb, 33/6
[12] Buhârî, Ahkam 19; Müslim, Îmân 67, 72; Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, 15
[13] İnşirâh, 94/4
[14] Hanbel, Müsned, I, 384; Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, III, 169